Aslı Erdoğan, benim gibi Boğaziçili. Olması hiç önemli değil. Sokakların ve mazlumların çocuğu o. Onurlu bir mücadele ile geçen yaşam. Kariyeri ile kazanacağı milyon dolarları elinin tersiyle itmiş. Yazmayı tercih etmiş. Eserleri Batı tarafından kabullenilmiş. Beş, altı dile çevrilmiş. Yeteneği ile ilk sıralara çıkmış. Etkilenmemek mümkün değil.
***
Söylemekte geç kaldığım, söyleyemediğim yaralı suskunluklarım var. Yazmazsam kendime ihanet etmiş olacağımı düşündüm ve bütün samimiyetimle yazmaya başladım.
Ve şiddet olmadığı müddetçe, hiçbir ses susturulamaz. Susturulursa, bir başka mecrada daha güçlü olarak fikirlerini haykırmaya devam eder. Cuma ve Cumartesi anneleri ile birlikte içimiz ağlamalı. Şehit düşen gençlere içimizin yandığı kadar, yoksulluktan ve kandırılarak terör örgütlerinin eline düşüp ölen gençlere de acı duymalıyız ki, insanlık denen erdemden biraz nasibimizi alabilelim.
Metruk, taş binalar, arnavut kaldırımlar bir yokuşun tam ortasında, elinde kâğıt kalemle durursun. Etrafında insanlar. Kadın mı, erkek mi önemli değil. Sadece insan. Hiçbiri kahraman değil. Siz de kahramanlara meraklı değilsiniz zaten. Bütün ögeleri kullanarak kahramanlar yaratanlar, sonra yarattıkları kahramanları yerin dibine, bok çukuruna sokanlar. Hep böyle değil midir? Kendinizi sakınıp onlardan uzak durdurmaya çalışırsınız. Sizin gösterişsiz-liğiniz, sakinliğiniz, onların ırkçı damarında patlamaya hazır bir bomba gibi bekler. Sınırlarınızı zorlarsınız.
Uzmanlar, ona üstün zekalı olduğunu söyler çocukken. Üstün zekalılar uyumsuzdur, etrafındakilerle konuşacak cümleler sınırlıdır, zorlasa da yoktur. Onun için yalnızdır. Yalnızlık panzehiridir onun. Yalnızlığın tek korunaklı hedefe giden yol olduğunu bilir. Onun için kaleme sarılır. Yazar, sürekli yazar.
Konuştuğu zaman alnı buruş buruş kırışıktır. Yaşadığı zorlukların ona anlam katan en büyük nişandır bu. Gözleri insan insan bakar. Sevdalıdır. İnsana sevdalıdır. Kimseye küs değildir. Çocukluğunda ailesinden iki şey istemiştir. Bir piyano, bir köpek. İkisi de asla alınmamıştır. Bir daha da hayatta kimseden bir şey istememiştir. Kendini deli gibi okumaya verir. Eline ne geçse okur. Ailesinden sevgi görecekse, zekası ile göreceğini anlayıp kolej sınavını kazanır. Başarı elini attığı zaman yakalayacağı tek şey olarak çocukluk belleğine işlenir.
On beş yaşında, Robert Koleji'nde dünya klasikleri ile tanışır. Klasik bale kurslarına gider. İlk parasını babasının haberi olmadan bale yaparak kazanır. On altı yaşında Kafka, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ile tanışır. On yirmi iki yaş arası önüne ne çıktıysa deli gibi okur. Gençliğinin ilk yıllarında yazmayı hiç düşünmemiştir. Galata Kulesi'nin gölgesinde, mutsuz geçtiğini düşündüğü çocukluğunun üzerine öyküler kaleme alır. Onun için yazı yazmak, Galata'daki zanaatkârların keskin yontucularla oymalara biçim vermesi gibi metinleri sözcük sözcük biçimlendirmesi anlamına gelir. Çocukluğu ve gençliği gibi, yaşadığı her şeyin geçici olduğunun bilincindedir.
Tutkuyla yazar. Robert lisesini bitirip, Boğaziçi Üniversitesi'ni kazanır. Sınavlarla arası hep iyi olur. Hayatının belli bir evresine kadar bilgisayar mühendisliği okur, sonra fizikte çift ana dalla başlar. Fizikte master yapar. Sonra yolu Cenevre Nükleer Araştırma Merkezi'ne, daha sonra da Berlin'e ilk master yapan Türk olarak gider. Günde on dört saat, haftada yedi gün çok ağır bir çalışma temposu içine girer. Bulunduğu ortamdan mutlu değildir. Hırs, rekabet, acımasızlıkla yüzde doksan altısı erkek olan bir ortam içinde her türlü ırkçı-ayırımcılık ve hırsla yüz yüze gelir. Fiziği çok sevdiği halde, fizikten vazgeçmeye Cern'de karar verir. Altı ay hiç uyuyamaz. Ve yazmaya da Cern'de başlar.
Yazmaya başlamasaydı delireceğini düşünür. İyi eğitimli bu kadın, bir yandan ayırımcılığa, bir yandan acılarla umut, yaşamla ölüm arasındaki bu parçalanmışlığa karşı mücadele verir. Bu mücadelesi, onun bütün yapıtlarına damgasını vurur. İsviçre gibi ileri düzeyde gelişmiş bir ülkede yaşadığı ayırımcılık-ırkçılık onu şaşkınlığa düşürmüştür.
Türkiye'ye dönüşünde, önce kendisini memleketinde biraz daha rahat hissetse de, öteki sayılanlara bu dışlamanın ve ayırımcılığın farklı düzeylerde devam ettiğini görür. Yurt dışında Afrika gettosunda yaşadığı için, gündüzleri fizikçi, geceleri Afrikalı kaçak göçmenlerle yaşarken, kendini alışık olmadığı bir şiddetin içinde bulmuştur. Sol kökenli bir aileden geldiği için polis şiddetini iyi tanır. Afrikalılarla arkadaşlık yaptığı ve el ele yürüdüğü için hakaretler edilir, yüzüne tükürülür. Türkiye'de bunları anlattığı zaman, insan haklarına duyarlı sol çevrelerden aldığı tepkiler, "böyle bir şey olmaz, abartıyorsun" anlamında cümlelerdir.
Türkiye'ye döndükten sonra gördüğü baskı ve ırkçılık üzerine Brezilya'ya gider. Onu, Rio de Janeiro çekip götüren, görünürde bilimsel kariyeridir ama kendisi fark etmese de görüp yaşadıkları üzerinde kalıcı izler bırakır. Her yıl altı bin cinayeti vardır istatistiklere göre Rio'nun. Ama duyduklarından bunun yirmi bin olduğunu tahmin eder. Çok ağır travmatik deneyimleri oluyor defalarca. Bu yarı vahşi topraklarda, yepyeni bir özgürlük ve kuşatılmışlık duygusu içinde tek başına olduğunu söyler. Ona gereksinim duyan tek bir kişiden, hatta bir gözlemciden bile yoksun olmanın mutlak, dört başı mamur "cehennemsi özgürlüğü"...
"Okyanus hırçın, fırtınalı, ölümsüz okyanus bütün denizler-imi ezdi geçti. Kafesine dön küçük kanarya, kafesine dön vakit varken." Diyor!
Rio dahil bütün deneyimini kitabını yazmak için yaşamış olduğunu düşünür. Elbette Rio bir metafordur. Soruları çözmez ama kafasında netleştirir. "Kırmızı Pelerinli Kent" kitabının özünde yatan bilinçaltı izdüşümleri, iyi halli bir aileden genç bir kız, Rio'ya gidiyor ve başıboş biri oluyor. Bir defasında, olabildiğince bu cehennemsi özgürlüğün tadını çıkardığını söylüyor. Bu roman öyle düz anlatılan bir öykü değil. Yaşananları paralel aktaran, iki ayrı günlük. Öyle ki postmodernizmde her zaman olduğu gibi, insan hayalle gerçek ürünü olanı birbirinden ayırt edemiyor. Sürekli yeni şeyler keşfetmek istemesi, onu plastik sanatlara da yönlendiriyor. Artık Galata'da kendini evinde hissettiği galeriler de var. Bunu dışında bazı büyük sergilere katılıyor. Mitolojiden giden çok zengin örneklerle dolu kendi yaptığı enstalasyonlarla sergilere katılıyor. Bu yazım dışında da, postmodern süreçte, bir sergide yer alması açısından değişik bir örnek oluşturuyor.
1998'de Radikal'de üç sene yazıyor. Cezaevleri üzerine haftada bir geniş kapsamlı yazılar yazıyor. Ancak cezaevi operasyonları sonucu işten çıkarılıyor. Ondan sonra ne basından, ne de kendisinden basına bir talep gelmiyor. 1 Mayıs yazısı ile haftada iki kez yazmak üzere tekrar Radikal'deki köşesine dönüyor. Dört ay sonra yine bir telefonla işten çıkarılıyor. Kendisi gibi kadrolu birçok yazar işten çıkarılıyor. Meslekten çıkarılan diğer gazetecilerle dayanışma içinde olarak, haklı olarak çok sert tepkisel açıklamalarda bulunuyor.
2007 yılında ağır bir kaza geçirerek, yanıyor. Olay gazetelere yansıyor. 98-2001 yılları arasında köşe yazarlığı yaparken, cezaevlerinden mektup ve el yapımı hediyeler alıyor. 2007'de kaza geçirdiğinde iki mahkûmdan geçmiş olsun niyetine yazılmış şiirler alıyor. Çok etkileniyor. Müebbet mahkûmu üç kişi ile irtibatını hiç kesmiyor. Onlara yurt dışından topladığı, denizi temsil eden bir çakıl, ormanı temsil eden bir kozalak ve gökyüzünü temsil bir kuş tüyü gönderiyor.
O, azınlıklara eşit haklar verilmesi için mücadelesine devam ediyor. Türklerle Ermenilerin barışması için çaba harcayan Hrant Dink, onun çok yakın arkadaşıydı. Keskin söylemlerle olayı protesto edip, Ermenilerden özür dileyen belgeye imza atıyor. Türk solunun aşırı milliyetçi bir çizgiye kayarak, ırkçı söylemlerinden rahatsız olduğunu devamlı dile getiriyor.
Kitaplarının yabancı dile çevrilmesi ve yabancıların verdiği destekle gün be gün artan hayran okuyucu kitlesinin artmasına sebep oluyor. Ve hayatını sürdürebilmesi açısından Avrupa'nın hayatını kurtardığını söylüyor.
"Türkiye'de bir yazar olarak ölmüştüm, ölmek üzereydim ki Avrupa'daki başarım, Türkiye'nin bana bakışını da değiştirdi!"
İnsanın en karanlık yönlerine cesaretle inip, eserlerinde bunu açıkça yapan yazarın, sanatçı boyutu beni ilgilendiriyor. Siyasi yönden ayrı düşünenler olabilir. Hatta ben de zaman zaman kendi tuzak-larıma düşüyor olabilirim. Tıpkı onun çocukluğunun geçtiği Galata semtinin hızla değişime uğraması ve doku değişiminin nasıl büyük Türkiye resmine dönüşüp örtüş-düğünü anlatması gibi...
Onu Galata'ya çeken şey, çocukluğu ve genç kızlığının geçtiği yer olması dışında tarih boyunca bir getto oluşu. Liman ve göçmenleri yeri olarak niteliyor. Her tür etnik, her tür halk geçti buradan. Kenar mahalle özelliğinden hızla çıkarak modernleşmesi, pahalı bir semt haline gelmesi onu rahatsız ediyor. 80'li yıllarda Yahudi ve Ermenilerin dilini duyabilirdiniz. Şimdi Romanlar, Doğudan göç edenlerin yeri oldu. İstanbul'un tarihini Galata'dan okumak mümkün. Diyor!
Eserleri;
Kabuk Adam 1994-Mucizevi Mandarin 1996-Kırmızı Pelerinli Kent 1998-Hayatın Sessizliğinde 2005-Bir Yolculuk Ne Zaman Biter 2000 (Gazete Yazıları)-Bir Delinin Güncesi 2006 (Denemeler - I)-Bir Kez Daha 2006 (Denemeler - II)-Taş Bina ve Diğerleri 2009 (Öykü)
Şimdi, 1967 doğumlu uluslar arası bir büyük yazarı alıp, silahlı terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla tutuklayacaksınız.
Yetmedi!
Sözcü Gazetesi'ni kapatmak için, Fetullah Terör Örgütü bağlantılı diye yaftalayacaksınız.
Olmadı beyler!
Hem de bu süreçte hiç iyi olmadı!
---
Mehmet Osman Çağlar
3 Eylül 2016
(Yazımı yazarken kaynaklar kullanılmıştır.)
Çok zor günler geçiriyoruz Allah hepimizin yardımcısı olsun.
YanıtlaSilHasarsız çıkarız umarım, teşekkürler...
Sil